2 Aralık 2011 Cuma

Zeliha Etöz ve Mehmet Taylan Esin: ‘Gayrimüslim diyerek Hıristiyanları Müslümanlıkla tanımlıyoruz’


Ermeni Tüfenkçi ailesi, Diyarbekir (Kaynak: houshamadyan.org)
- 'Diyarbekir Yangınları' çalışmasını yapma fikri nasıl ortaya çıktı?

Zeliha Etöz: Benim doktora tezim 19. yy. Ankarasının sosyal ve kültürel yaşamı üzerineydi. Tez üzerine çalışırken kısa süreli olarak Public Record Office’te çalışmıştım ve o dönemde İngiltere’nin konsolos yardımcılarının yazdıkları raporlarla ilgilenirken, özellikle yüzyılın son çeyreğinde vilayetin değişik sancak ve kazalarındaki Müslüman ve Hıristiyan nüfus arasındaki gerginlik ve çatışmalardan bahseden raporlara rastladım, ancak tezimin kapsamıyla doğrudan bağlantılı olmadığı için onların bir kopyalarını alamadım. O zamandan, gerek Ankara’ya ilişkin –köhne bir orta Anadolu kasabası- gerekse de kalkınma meselesine ilişkin –bir burjuva sınıfının olmadığı ya da gayri Müslim bir komprodor burjuvazinin varlığı- şeklindeki hakim ve resmi görüşün çok sorunlu olduğu, dolayısıyla da bunlarla ilişkili diğer temaların da dikkatle ve özenle ele alınması gerektiği kanaati oluşmuştu bende. Bu kanaatle küçük çaplı girişimlerle işe başlamalıyım derken Taylan ile araştırma ilgilerimiz uyuştu ve ortaklaştı; O Ankaralıydı ve Ankara’daki yaşamın geçmiş hallerine ilişkin çalışmalar ve verilerle ufak çaplı da olsa ilgileniyordu. Başlangıç olayımız, üzerinde spekülasyonların ve bu nedenle de müphemliklerin olduğu 1916 yılındaki Ankara yangınıydı. Fakat bu konuda çalışırken, benzer tarihlerde başka şehirlerde de yangınların olduğunu, üstelik giderek daha önceki tarihlerde de yangınların olduğunu, bunların özellikle 1894-1896 yılları civarında yoğunlaştığını gördük. Böylelikle araştırma konusu iste istemez Ankara Yangını’ndan yangınlara kaymış oldu.

Mehmet Taylan Esin: Aslında, her şehrin yangını en azından o şehrin 2-3. kuşakları tarafından bilinir, bir dedikodu olarak türlü çeşitlemeleri dolaşır. Failleri farklı anlatılsa da yangınların kasti olduğu da bilinir. Biz sadece herkesin bildiği bir “sır” üzerine araştırma yapmaya karar verdik. İlk hedef 1916 Ankara yangını idi. Onunla ilgili o dönemde çok ayrıntı yoktu, ama 1. Dünya savaşında başka şehirlerde de “harik-i kebir”lerin çıktığını duyunca, daha derinlemesine bakmaya karar verdik. Tehcirin detayları az çok biliniyordu ama yangınlara ilişkin az, ikisi arasındaki ilişkiye ilişkinse daha az  detay vardı. Öncelikle 1. Dünya savaşı dönemindeki yangınları inceledik ve bununla ilgili henüz kabul edilmemiş bir makalemiz var. Yine Osmanlıların modern-öncesi dönemi (17-18 yy.) ile sorunlarıyla bir türlü baş edilemeyen 19. yy. yangınlarına ilişkin de az miktarda malzeme var. Ancak kırım nedeniyle farklı işlev ve anlamlar taşıyan 1895 yangınlarından, ayrıntılı olarak sadece Diyarbakır'ı biliyoruz. Buradaki sorun, özellikle İstanbul'da sıradan bir olay olması ve (sıradanlaştırılmaya çalışılması) nedeni ile yangınların Osmanlı arşivinde iyi dökümante edilmemesidir. Çok iyi belgelenmiş bir yangın varsa, dokümanın niteliğinden şüphe duyabilirsiniz. Mesela bunlardan biri, 1895 Diyarbakır olaylarını anlatan, resmi statüsü belli olmayan, muhtemelen yurt dışından gelen baskıları hafifletmek için, diplomatik ortamda resmi bir bilirkişi raporu olarak kullanılmış olan, uydurma olmasa bile en azından eksik/yanıltıcı şehadetlerden oluşan, 20 sayfa civarında bir belgedir.

- Öncelikle Diyarbekir yangınlarının yaşandığı dönemlerden bahsedelim. 19. yy. sonları ve 20. yy. başları bu coğrafyada Ermeni-Türk-Kürt ilişkisi nasıldı?

ZE: Öncelikle çalışmalarımızın dayandığı veri seti ve kaynaklar düşünüldüğünde söylenebileceklerin sınırlılıklar içerdiğini akılda tutmak gerekiyor.  Örneğin,  II. Abdülhamit döneminde gerek Ankara, gerekse de Diyarbakır ve çevresinde Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında gerilim ve çatışmaların olduğunu söyleyebiliyoruz. Bu gerilim ve çatışmaların, Ankara örneğinde sadece Ermenileri değil aynı zamanda Rumları da içerdiğini, Müslüman taife içinde Çerkezleri de düşünmek gerektiğini; Diyarbakır örneğinde, çatışan taraflar olarak Müslüman nüfusun ağırlıklı olarak Kürt olmasına karşın, özellikle Balkanlardan bu yöreye yerleştirilmiş olan muhacirleri de içerdiğini, Hıristiyan nüfus içinde de önde gelenin Ermeniler olmasına karşın, Süryanilerin ve Yezidilerin de bulunduğunu belirtmek gerekir.  Hıristiyan nüfusa karşı olumsuz tutumun Ankara vilayeti ölçeğindeki bir örneği, 1820’li yıllarda tiftik keçisi üreticiliğinin ki öncelikle ve başta Ermeniler, sonra da Rumlar bununla asıl ilgilenen kesimlerdi, Hıristiyanlara yasaklanması ve bu işin Müslümanlara verilmesi, üretim çok düşünce de yasağın kaldırılması olayıdır. Yine doğrudan Katolik Ermeni nüfusa yönelik girişilen 1828 yılındaki bir zorunlu sürgün olayından bahsedilebilir: Osmanlı ile ihtilafın olduğu ülkelerle işbirliği içinde oldukları iddiasıyla İstanbul’da yaşayan, ancak Ankaralı olan 6000 Ermeni’nin malları müsadere edilerek Ankara’ya yaya olarak sürgün edilmeleri ve bu sürgün sırasında 400 kadar çocuğun soğuk ve açlık nedeniyle ölmeleri olayıdır.

MTE: Ben yeniden tekrar edeyim; hem genel bir çerçeve verecek kadar bilgi sahibi değiliz hem de yanıltıcı olabilir; örneğin Milli Aşireti'nin Hıristiyanlara karşı tavrı diğer aşiret ve şehirli Kürtlerinkinden farklıydı. En ilginci şüphesiz, 19. yy’ın sonunda yerel bir güç olmak için Milli aşireti ve Vali Halid bey'le çatışan Kürt Pirinççizadelerdir ki, zamanla Jön Türk çizgisine geçmişler; hatta Gökalp Kürtlüğünü reddedecek duruma gelmişti.  Belli ki, siyasi ve iktisadi nüfuz birbirine tahvil edilirken, etnik düzeyde Kürt-Türk ayrımı çok da önem taşımıyordu.

Çok genel terimlerle 19. yüzyılda üç aşama olduğu anlaşılıyor:  tecrit (Karşılıklı güvenin bir göstergesi sayılabilecek borç-alacak ilişkileri 1823-72 yılları arasında Diyarbakır'da cemaatlerin kendi içinde dönmektedir), göreli dengelerin yer değiştirmesi (1860 yılında kentte Türklerden Hıristiyanlara doğru bir emlak hareketi başlaması Müslüman nüfusun azalması ve yoksullaşması, hayvancılık hariç ekonominin tüm alanları Hıristiyanların eline geçmesi, camiden büyük kiliseler yapılması, vs.),   (başarısız/beceriksiz yönetimlerce manipüle edilebilir bir mahiyet olarak) hınç ve öfke.

- 1895'te Diyarbakır yangınına benzeyen yangınlar birkaç yerde daha çıkıyor makalenizde yazdığınız gibi. 1914 ve devamında da aynı süreci takip edebiliyoruz. Bunların ayrı ayrı amaçları mı var, yoksa esas amaç gayrimüslimleri mülksüzleştirme mi?

MTE: Aslında farklılıklara bakmak daha açıklayıcı olabilir. Örneğin 1895'in işlevi, Melson'u izleyerek, cemaati zayıflatma gibi görülebilir. Yangın, bu anlamda kırımın parçasıdır. Ancak I. Dünya Savaşı yangınlarının farklı saikleri olduğu sonucuna varıyoruz. Tehcir öncesi yangınlarda zayıflatmak ve yıldırmak, sonrasındakilerde ise, birden fazla fail ve saik olabileceğini düşünüyoruz. Boşalan evler ve emval-i metruke, cephelerdeki gelişmeler ve tehcirin imkânlarının, yangınları, artık türlü amaçların,  başka bir “ekonomi-politiğin” konusu yaptığını sanıyoruz.

- İttihat Terakki’nin bu “milli iktisat” politikası Cumhuriyet’e hangi ölçülerde devrediyor?

ZE: 19. Yüzyıldan başlayarak – kimi noktalarda daha öncesine de bakmak gerekebilir- Hıristiyan nüfusa yönelik, gerek siyasal iktidar kaynaklı gerekse de çıkar, hırs ve öfkeleri siyasal iktidarın eylemlilikleriyle örtüşen ve bu yönde iktidara da etki eden grupların tutum ve tavırlarına bakıldığında, bütün bu sürecin bir iktidar mücadelesi olduğunu ve bu mücadelenin de sadece devlet odaklı bir süreç değil, halk katmanlarındaki değişik grupları içerdiğini, üstelik siyasal olduğu kadar ekonomik, sosyal ve kültürel iktidar boyutlarını içerdiğini görmek gerekiyor. Tabii bir de bu mücadelenin bir türevinin, sonuçlarından birinin ulus-devlet olduğu, nüfusun sanıldığının aksine daha erken tarihlerde homojenleştirilmesi süreci olduğunu belirtmeliyiz: Her düzeyde bir Türkleştirmeye hızla yol almış olan bir gelişmeler yumağı.

MTE: Geleneksel tarih yazımında iki devir farklı imiş gibi anlatılırdı, yeni anlayışın sürekliliğe olan vurgusunu izlemek için Nevzat Onaran'ın “Emval-i Metruke Olayı” ve Kieser'in “Iskalanmış Barış” kitaplarına ve özellikle Kieser'in dönemlendirmesine bakılabilir.  Cumhuriyet, I. Dünya savaşının tehcir nedeniyle kaybedildiğini anlamamış gibi görünüyor veya direnişi örgütlemek için “vatanın bölünmesi” ve “emval-i metrukenin iadesi” tehditlerinden başka bir saik bulamıyor. Korkuyla karışık bir akıl yürütme biçimini andırıyor. Her iki dönemde de kısa vadeli endişeler, uzun dönemli belirsizlik ve çaresizliklerini yolunu açmıştır: Bugün Kürt sorunun çetrefilleşmesinde, bu iki dönemin “milli” politikalarının rolü şüphesiz belirleyicidir.

- 1915 tartışılırken genel eğilim yönetici kadrosunun üzerine odaklanmak. Bu olaylarda da tüm suç yönetici kadronun demek, yaşananları yanlış okumak olmaz mı?

MTE: Hukuki anlamda konuşursak, azmettiren, yapan ve sessiz kalanların tümüne bakmak lazım. Örneğin Ankara Beynam'da Ermenilerin başına gelenleri köy sakinlerinin izlediği, acı dolu haykırışlarını duyduğu ama bir müdahale olmadığını köyün yaşlılarından dinlemiştik.  Ama sorun, sadece hukuki anlamda “suçlu”ları bulmak değil, insanları birbirlerinin çığlıklarına, acılarına kayıtsız kalmaya ve birbirlerinin mahallelerindeki yangınlara yardım etmemeye iten eğilim ve baskıları anlamaya çalışmaktır.

ZE: Daha önce de söylediğim gibi, tehcir ve katliamlara siyasal iktidarın eylemlilikleri üzerinden yaklaşmak, temel dinamik ve mekanizmaları anlamımızı engeller; faillere bakmak, faillerin iktidar olgusu üzerinden işgal ettikleri konuma ve bu konumun onlara sağladığı yapabilirliliklere ve elde ettiklerine bakmak gerekiyor. Bu arada şunu da hatırlatmak isterim:  Halk katmanlarının sorumluluklarına bakalım derken Ermeni Soykırımı’nda, kimi açıklamalarda kendini gösteren ve Kürtleri günah keçisine dönüştürme hatasına karşı da dikkatli olmak gerekir.

- Sunumunuzda değindiğiniz en önemli noktalardan birisi, bireylerin birbirlerine duydukları “hınç” meselesi. İdeolojik donanım kadar hıncında bu olaylarda büyük etmen olduğunu düşünüyorsunuz. Bu “sosyal kıskançlık” neden oluşuyor, özellikle gayrimüslimlere karşı?

MTE: Bu Michael Mann'a göre, etnisite belirli koşullar altında, sınıfsalın yerini almaya başlıyor. Bu, irdelenmesi gereken bir tez. Çünkü sınıfsalın, “etnik”in daha derininde yattığı, bir varsayım. Büyük imparatorluklar her iki boyutta da düzenlemiş yapılara sahipti. Mann'ın dediği gibi, “demos” un 19. yy. dan itibaren halk değil, etniyi anlatmaya başlaması neredeyse, tüm Avrupa'ya ilişkin bir tespit.  Bu konuyu biz de anlamaya çalışıyoruz.

Osmanlı özeli içinse, mesela Falih Rıfkı'nın şu iki pasajına bakalım:

1. “İstanbul'a akşam karartısı ile beraber ... yanma ve soyulma korkusu çökerdi. 'Bir gün hırıstiyanlar gibi kagir evlerimiz olamayacak mı?'diye Rum ve Ermeni evlerine gıpta ederdik. … Arkasından kagir evlerin açık kapılarından neşeli kadınlarını gördüğümüz, hepsi iyi giyinişli, rahat ve refahlı hırıstiyanlara gıpta ederdik. Müslüman semtlerinde lambalar sönerken, hırıstiyan semtlerinde kaynaşma geç vakte kadar sürerdi. Biz kararırken onlar ışıklanırdı. Hırıstiyanlar müslüman semtlerine yerleşmezse de, bizim şeriatçı baskısı da hırıstiyan semtlerine uğrayamazdı.”

2. “Bütün karlı gelir kaynaklarımız Düyun-ı umumiyye idaresinin elinde idi. Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi ve bunlara benzer saraylara harcanan milyonlarca altın borcu ve yığılmış faizlerini, Rusya'ya yenilmek yüzünden vermeğe mahkum olduğumuz galiba doksan milyon altını ve faizlerini ödemek zorunda idik. Alacaklı temsilcileri konaklarda oturuyorlar, zengin arabalarla şehirde dolaşıyorlar, Maharacalar gibi yaşıyorlardı. Bütün işletmeler, su, elektrik, tramvay, havagazı, limanlar, demiryolları, fenerler, ne var ne yoksa hepsi imtiyazlı yabancı sermayenin sömürgesi idi. Her türlü ticaret, ithalat ve ihracat, çarşılar ve dükkanlar Hırıstiyanların elinde idi. Türk reçberi bütün kazancını tefeci Hırıstiyan Bankerlere veriyordu.”

“Türk rençberinin bütün kazancını tefeci Hıristiyan Bankerlere” vermesinin müsebbibi, yeterince gelir toplayamayan (Zürcher, Osmanlı İmparatorluğunun 20. yy. daki gelirinin benzerleri arasında en düşük olduğunu göstermişti), insan ve servet kaynaklarını gösterişçi tüketim ve savaş/yenilgiyle sonuçlanan bedeli ağır kararlarla heba eden idare mi, yoksa, benzer bir fırsatı Müslümanların kullanmadığı/kullanmayacağı varsayımıyla, kötü bir idarenin sonuçlarından istifade eden yabancı sermaye ve Osmanlı Hıristiyanları mıydı? Kesin olan şu ki, 1. paragraftaki gıpta, 2. paragrafta, Freudyen terimlerle, “deplase” olmuş, ve belirli bir hedefe yönelmiştir. Gıptayı hınca dönüştüren eşik alçalmasının ve yer değiştirmenin mantığını bulmak zorundayız.

ZE: Toplulukların siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel iktidar karşısındaki fiili durumları ile gerçek durumlarının içerdiği asimetri ressentiment için uygun bir zemin oluşturur, diyor Max Scheler. Siyasal iktidar ile diğer iktidar biçimleri karşısında Müslüman ve Türklerle Ermeniler ve Rumlar arasındaki asimetrik durum, ve Ermenilerin sahip oldukları iktidar biçimleri yetmiyormuş gibi siyasal alanın hâkim işleyişini tehdit eder tavırlar içinde olmaları! Kent yaşamı açısından, sivil toplumu geliştirip güçlendirebilecek girişimler açısından ele alınabilecek dikkate değer pratikleri hatırlamalıyız örneğin.

- “Kırım hiçbir zaman ilk tercih olmaz” diyorsunuz makalenizde. Peki, hangi süreçlerde ne gibi tercihlerden sonra 1915’teki soykırıma gelindi?

MTE: Bu konuda, Michael Mann'ın belirttiği gibi iki konum var.  1915'i İslam gibi daha derinde yatan, kaçınılmaz nedenlere bağlayan ya da, tam tersine, Mann'ın da savunduğu, facia noktasına adım adım gelindiği ve “nihai çözüm”ün son aşamada ortaya çıktığını iddia eden tezler. 1895'e baktığımızda, Melson'un iddia ettiği gibi,  19. yy., genelde Hıristiyan azınlıklar, teknoloji/zanaat, eğitim, ekonomi, vs. gibi alanlarda önemli sermayeler biriktirmeye başlıyorlar. Bu “çok boyutlu” yükselmeyi kesmek için,  Kevorkian'ın değerli çalışmalarından anlıyoruz ki,  vilayet taksimatındaki değişiklikler, muhacir iskânı, Hamidiye alaylarının tacizleri gibi “önlem”ler alınması yeterli olmuyor. Ardından olaylar başlıyor. 1915'in de farklı olduğunu düşünmüyoruz. Tüm Ermenilerin Rusya'nın değil, Osmanlı'nın yanında savaşması için İT'ce (1914'de galiba) ikna edilmeye çalışılması veya Sarıkamış'taki fedakârlıklarından dolayı Enver Paşa'nın Ermeni askerlere övgü yağdırması, kırımın ilk plan olmadığını düşündüren, ama şüphesiz daha etraflı bakılması gereken örnekler. Facianın, din gibi değiştirilemeyen, kökleşmiş “içgüdü”lerden değil, zaman içinde ve belirli koşullar altında ortaya çıkan, bu nedenle anlaşılabilir ve bu nedenle çalışılması gereken nedenlerden ortaya çıkmış olduğu tezi, aynı zamanda umut veren de bir tez. Bu ikinci tezi, aslında Falih Rıfkı'nın paragraflarındaki “metamorfoz” da kanıtlamıyor mu?

ZE: Zygmunt Baumann, “Moderrnite ve Holocaust” adlı eserinde soykırım ile katliamı farklılaştırırken soykırımın, rasyonalitenin her düzeyde hâkim olduğu teknolojik altyapısı güçlü, bürokratik bir örgütlenmesi olan bir olgu olduğunu söyler. Buradan hareket edecek olursak bunun ilk tercih olması her açıdan, ifadeyi mazur görün lütfen, ‘çok maliyetli’ olacaktır. İkinci olarak, amaçlanana ilişkin öngörünün sağlam olabilmesi her seçeneğin hesap edilmesini gerektirir, bu ise her koşulda ulaşılması neredeyse imkânsız bir durumdur. Üçüncüsü, iktidar sahiplerinin kendi güç ve etkilerini sahip olduğundan daha fazla olduğu sanısına sahip olmalarıdır.

- Son olarak, Joe Sacco’nun Bosna’daki soykırımı yaşayan bir mağdurdan aktardığına göre, mağduru en çok komşusundan darbe yemek yaralıyor. Bu yaraların sarılma şansı var mı? Ne gibi adımlar gerekiyor bunun için?

MTE: Aslında birçok anlamda ortak bir mirasımız var. Bu miras, birçoğunun söylediği gibi, şu an elimizde olanlardan oluşmuyor: El sanatları, yemekler, şarkılar, vs. gibi folklorik öğeleri kastetmiyoruz: tam tersine, aslında elimizde olmayanları kastediyoruz. Gidenlerin yanında götüremediği, kalanların ise asla sahip olamadığı şeyler. Bu miras, kimseye yar olmuyor maalesef. Bu şeyler her neyse, elimizde kalanların da aslında hem gidenlerce hem de kalanlarca terk edilmesi sonucunu doğuruyor. Ankara'nın bağhaneleri, Tokat'ın yazmaları, ipekçilik, zeytincilik, vs. Asla ele geçirilemeyen ve bir daha da geçirilemeyecek bir “emval-i metruke” bu. Yangının sonucu da böyle bir “negatif sermaye” değil midir, herkesin kaybettiği bir senaryo? Bu, sadece gayrimüslim azınlık ve Türkiye için değil, örneğin Balkan muhacirleri için de geçerli. Dolayısıyla, hem bu olmayan “miras”a hem de örneğin Balkan ve Türk “miras”ları arasındaki paralelliklere yoğunlaşmalıyız.

ZE: Çok zor bir süreç bu. Yaraların sarılması meselesi ise çok yönlü bir düşünmeyi ve kararlılığı gerektiriyor her şeyden önce. Çünkü neler yaralamıyor ki bir Ermeni’yi bir Süryani’yi? Gazetelerde, televizyonlarda, okul kitaplarında, deyimlerde, küfürlerimizde her gün karşımıza çıkan ifadeler, sözler.  Şu röportajda bile hemen dikkati çekebilecek olan ve yaralayıcı olabilecek olan bir unsur var, örneğin: Gayrimüslim diyerek Müslüman’da kalarak devam ediyoruz Ermenilerden, Rumlardan, Süryanilerden söz etmeye. Yaralar kapanmaz, kabuk bağlar sadece. O nedenle de zaman zaman sızlar, kimi kez de kanar. Kanamayı durdurmak ve sızlamayı azaltmak için yaralı olanların yüreklerinin hafifletilmesi gerekir; bunun için de kimi çok güçlü ezberleri bozmak, çarpıtmaları, yanılsamaları ısrarlı bir biçimde açığa çıkarmak ve bunlar için cesaretli olmak gerekir diye düşünüyorum ilk elde. Herkesin sahip olduğu ve bunun için sefer edebileceği az da olsa küçük de olsa bir şeyleri vardır muhakkak.



Bu röportajın kısaltılmış versiyonu, 25 Kasım 2011'de Agos gazetesinde yayınlandı.


Yangınlarla ilgili geniş bilgi için tıklayınız.



Sevag Beşiktaşlıyan


Hiç yorum yok: