21 Mart 2011 Pazartesi

Araplardan ne istiyorsunuz?


Herhangi bir arama motoruna girip “Arap, Koton, yüzde 25” sözcüklerini yazmanız yeterli olacak. Karşınıza bu haber metni çıkacak: http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/17321309.asp. İki sayfa boyunca göreceğiniz her internet sitesinde aynı haber… Metin aynı ve Hürriyet’ten Meltem Kara imzalı… Gazetenin Hürriyet olmasına hiç şaşırmamak lazım ama bu kadar sitenin bu haber dilinde hiç beis görmeden aynen yayınlaması şaşırtıcı sayılabilir. Hele ki adamın etnisitesinin yaptığı alışveriş miktarıyla ne alakası var diye sormak da en doğal hakkım ama ülkenin bilinç dışındaki Araplara karşı olan ayrımcılığı düşününce çok da garipsenecek bir durum değil. “Ülke” diyerek kapsayıcı davranmakta fayda var çünkü bu konuda en duyarlı bildiğimiz insanların bile düştükleri bir çukur bu veya Osmanlı’nın son döneminden kalan bir miras da diyebiliriz. Zira hikâyemizi ta oraya kadar dayandırabiliriz:

İmparatorluk bu ya, büyük ticari merkezlere sahip… Koca cihan padişahı İstanbul’da yaşar. Zenginler de çevresinde tabii… Kendi işlerini kendileri yapacak değiller, yardımcılara ihtiyaçları var. Yardımcılar da çevreden gelir payitahta. Şimal’de Polonya, Rusya ve Çerkesistan, Cenup’ta ise Mısır’dan gelir yardımcılar. Mısır’dan geldikleri için kölelerin hepsine etnik ayrım yapmadan Arap (siyahlar dâhil) deniyor. Anadolu’nun Araplarla yoğun olarak tanışması bu yolla oluyor. Saraya veya zengin ailelerin yanına da, Müslüman oldukları için daha bir güvenilerek alınan Arapların (veya siyahların) kaderinde bu topraklarda da kölelik var esasında.

Sonrasında, kendi Şark’ına pek de dönüp bakmayan İmparatorluk, modernizasyon sürecine girerek, Batı’ya benzemeye ve benzediğini ispata çalıştığı sırada, bu Şark’ı kendisinin ötekisi olarak konumluyor. Pek de dönüp bakmadı dedik ya, gerçekten de 19. yüzyıla kadar pek de yatırım yapılmayan Şark’a, artık özel eğitim almış valiler atanmaya başlıyor. Limanlar, vilayet konakları, yollar yaptırılıyor. Medeniyet götürülüyor, bu “bedeviyet” içinde yaşayan yabanilere. Kendi dinleri bile İstanbul merkezinde öğretilmeye çalışılıyor. Hatta o kadar ki Kuran dahi yeniden bastırılıp gönderiliyor ama daha büyükçe harflerle. Cahildirler, okuyamazlar küçük harfleri…

Gel zaman git zaman, yönetimi İttihatçılar ele geçirir. Meşrutiyet’in ilanıyla mecliste önemli ölçüde yer bulmuş olan Araplar, artık imparatorluğun elinde kalan topraklar içinde en büyük yüzölçümüne ait coğrafyaya sahiptirler. Osmanlıcılığın en büyük dayanağı onlar olarak kabul edilir ama beklenen gerçekleşmez. Ne Araplar gönüllüdür artık İmparatorluğun etki sahasında yaşamaya, ne de İmparatorluğun başındakiler farklı bir etnik kökene… Hatta kendi aralarındaki mektuplarda, Araplardan, “Türk milletinin kara köpekleri” diye bahsederler.

Cihan Harbi gelir çatar, büyük bir günah işlenir bu topraklarda. O sırada, Arap yarımadasında da bir isyan patlar ve Vahabiler, Osmanlı’yla değil, Birleşik Krallık’la birlikte savaşmaya karar verirler. Yükselen Arap milliyetçiliğine rağmen, büyük bir isyan olmaz ve Araplar toplu olarak Osmanlı’ya karşı çıkmazlar ama kayıtlara “sırtımızdan bıçaklayan hainler” olarak geçerler. Gerçi esas mevzu, isyan olup olmaması değil, Arapların, “Türk milleti”ne köleliği layıkıyla yerine getirip onun yanında yer almamasıdır. Resmi tarih yazar, “Halife cihat ilan etti, icazet etmediler”. Kimsenin aklına “Hangi halife?” diye sormak gelmez. Zira coğrafyadaki tek halife İstanbul’da değildir.

Cumhuriyet ilan edilmiş ve yeni bir devlet kurulmuştur. Araplar yoktur artık egemenlik sahasında. Gerçi Türk’ten başka kimse yoktur ya neyse. Osmanlı’yı da yaşamış insanların romanlarındaki Arap Bacı’dır artık hayatımızdaki tek Arap. Tabii bir de Ahmet Haşim… Yoksa Yahya Kemal’in tabiriyle “Bağdatlı fellah”, Nazım Hikmet'e göre, "Atlas yakalı sarhoş sofralarında Bağdatlı bir dilenci", "sarhoş sofralarında Arabistan fıstığı satan", "Bağdadi şaklaban", "kendi kafatasından hurma rakısı sunan adam" ya da Peyami Safa’nın kelimeleriyle “korkak Arap” mı desem?

Bir de deyimler vardır. Araplığı aptallıkla bağdaştıranı mı isterseniz, görgüsüzlükle mi? Yoksa istenmemelerinden ve karmaşık işlerle bir tutulmalarından mı? Seçin, beğenin, alın bence: “Anladımsa Arap olayım”, “Arap gibi olmak”, “Arap’ın yalellisi gibi”, “Arap olayım”, “Arap uyandı”, “Arap’ın gözü açıldı”, “Arapsaçı gibi”, “Bok yemenin Arapçası”, “Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın zekeri”, “Arap yağı bol buldu mu, kıçına sürermiş”…

80’lere geliriz artık, Araplar hayatımızda daha çok yer almaya başlarlar. Körfez Arapları 70’lerdeki petrol krizinden sonra zenginleşmeye, Türkiye’de dışa açılmaya başlamıştır. Tatil ve yatırım fırsatları artar. Ama biraz önce köle olan Arap kim oluyor da gelip burada yatırım yapıyor? Komedinin gözde nesnesi olup çıkarlar. Zeki-Metin’den Kemal Sunal filmlerine kadar hâlâ devam eden bir furya başlar. Artık Arap, şeyh kıyafetiyle, bol paralı, “kadın” düşkünü, kıskanç, hilekâr veya hemen soyulabilecek kadar saf, çok kadınla evlilik yapmış ve çok çocuklu bir figürdür. Kadın figürü de daima kapalı ama gençse “cilveli”dir. Figürler o kadar tek tiptir ki ülkeleri de sanki hepsi aynı yerdenmiş gibi tekleşir. Suudi Arabistanlı bir Vahabi ile Lübnanlı bir Marunî arasında hiçbir fark yokmuş gibi hepsi aynı Araptır. Bu tek tipleşmenin yanı sıra, bu figürler aynı zamanda muğlâklaşır. Tüm kültür nerede olduğu belirli olmayan bir ülkeye sıkıştırılır ve bu belirsizlik onu masallaştırır, mistik hale getirir. Aynı zamanda tekleşen kültürün, kadın bedeni üzerinden hem “geri” olduğu vurgulanır, hem de gizemli olana karşı arzu ve dolayısıyla onu yönetme güdüsü açığa çıkar.

Artık yıl 2011 ama değişen pek bir şey yok. Araplar hâlâ tek tip, şehvet düşkünü, pis ve görgüsüz… Ar duygusundan yoksun bir biçimde sürekli aşağılanıyorlar. Entelektüellerimiz bile, ilgi alanına, devrimler ve başkaldırılarla giren Arapları, Türkiye’de hâlâ yok sayıyor. Anadilde eğitim hakkı ve azınlık sorunları konuşulurken ve hatta “Dünya Anadil Günü” kutlanırken bile bu ülkede yaşayan yaklaşık 1,5 milyon kişiye itibar edilmiyor. Tarih boyunca performe edilen Oryantalizmin en bayağı örneği, bu yazının çıkış noktası olan haberdeki gibi rahatça sergileniyor. İnsanın aklına ise şu soru geliyor: Araplardan ne istiyorsunuz?

Emre Can Dağlıoğlu

Hiç yorum yok: